Uşak’ta kaplanlar, Vagonda Doktorlar ve Nazım Hikmet Üzerine Güzellemeler-2

 Corum Köyünden sonra Büyük Oturak Köyüne geçiyoruz. Burada çay içip köylülerle biraz havadan sudan sohbet ederek ayrılıyoruz. Büyükoturak, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra belediyeden köy statüsüne indirilince, havası kaçmış. Kahvede 3-5 yaşlı insan dışında sokaklarında bile kimse yok. Burada fazla kalamıyor, Hallaclar’a doğru harekete diyoruz.

Ankara Asfaltının karşısına geçiyoruz. Kozviran yolunda Büyükoturak tren istasyonu vardır. Buraya defalarca geldim. Kaderine terk edilmiş yeşil vagonu da defalarca gördüm. Ancak çürümeye yterk edilmiş yeşil renkli bir vagon olduğunu düşündüm hep. Değilmiş. Hasan Şafak Ağabey, bu vagonun bana doktor vagonu olduğunu söyleyince şaşırdım. “Allah Allah doktor vagonu da neymiş? Nasıl oluyormuş*” diye Hasan Ağabey’e sordum. Hasan Ağabey anlattı bana.

“Bu uygulama 1980 li yılların başına kadar sürdü. Eskiden karayolları yaygın değildi. Köylere ulaşmak da çok zordu. Afyon’dan gelen bir trenin arkasına üzerinde Doktor yazan bir vagon eklenirdi. Bu vagonda gerçekten bir doktor ve hemşire olurdu. Her Cuma Büyükoturak istasyonuna gelir tren doktor vagonunu bırakır, vagondaki doktor köylerden gelen hastaları muayene ederdi. Muayenesi bitirince, başka bir tren vagonu alır, Nohutova istasyonuna götürür, bu işlem diğer istasyonlarda devam eder dururdu.”

Doktor vagonu Hallaclar Köyünden olan Merkez bankası eski müdürlerinden olan Ali Osman Işık 15 bin TL’ye alıp restore ettirmek istemiş. Ancak TCDD devamlı fiyat yükseltince bu arzusunu gerçekleştirememiş. Vagonun içinde kuzineye benzer bir ısıtma sistemi var. Hasan Ağabey, buradan vagonun ısındığını, doktorun yemek ve sıcak su ihtiyacını karşıladığını söyledi. Vagonda bir de akü var. Aydınlanma işlemi de bu akü sayesinde yapılıyor.

Nerelerden nerelere geldik? Doktor vagonu, zor şartlarda verilen sağlık hizmetlerinden bugün 5 dakikada sağlık kurumalarına ulaşabildiğimizin canlı bir tarihi gibi, bütün yıpranmışlığına ve unutulmuşluğuna rağmen ayakta duruyor. Bu vagon derhal restorasyona tabi tutulmalı ve herkes, geçmişte sağlık hizmetlerinin ne zor şartlarda verildiğini yaşayarak görmelidir diye düşünüyorum.

“KAVAKTA KURU DAL VAR GÖBEKTE BASMA ŞALVAR”

Hallaclar Köyünde her zaman olduğu gibi köy meydanında bulunan çınar ağacı altındaki kahveye girip muhabbette başlıyoruz.  Köyün  yaşlılarından 86 yaşındaki Tevfik Yavuz ile muhabbet ediyoruz. Tam o sırada Yusuf Orhan (68) Hocamı görüyorum. Kendisi ile kil çıkarmak uğruna köyün yok edilen merası “Kır Çayırı”nı haber yaparken tanışmıştım. Yusuf Hocam, aslında felsefe öğretmeni. Derya deniz bir gönül insanı. 12 Mart askeri darbesi sırasında çok işkence görmüş, 12 Eylül diktatörleri de kendisine işkence yapmasın diye yurt dışına kaçmış ve yıllarca vatanından ayrı yaşamış bir kişi. Tam bir bilge insan. Dilerseniz,  köyü tanıtma işini, Nazım Hikmet’in köyde öğretmenlik yapışını bu bilge insana bırakalım:

“Köyümüz, 700 yıl önce kurulmuştur. Aslında Dümenler tarafında tepede “Yazırlar” denen bir köy var. Bu köy Rum köyüymüş. Köyün kuruluş öyküsü oradan başlar. Dönem, Anadolu Selçuklu Devletinin çöktüğü, “fetret” döneminin yaşandığı 1200’lü yıllardır. Yazır Köyüne ekmek istemeye birkaç asker gelir. Köyde birilileri bu askeri öldürür. Muhtemelen Osmanlı Boyundan olan bu askerlerin intikamını almak için Yazır adlı Rum Köyü yerle bir edilir.

Hallaclar, tarihin bilinen en eski Türk boylarından birisidir. Hallaclar Boyunu getirip köyün şimdiki olduğu yere iskan ediyorlar. Köyümüz böylece kurulmuş oluyor. Köyün kurulduğu yerde eski bir manastır varmış. Sonra bunu cami yapmışlar. Şimdi yıkıldı. Üzerinde Latin harfleri ile yazılmış büyük bir taş da vardı.

Uşak’ta medrese yokken, köyümüzde yüzlerce yıldır ayakta duran 32 derslikli bir medrese vardı. Bu medresede, tiyatro müzik ve diğer bilimler öğretilirdi. Şimdi, taşımalı sisteme geçince okul bile kalmadı. Yüzyıllardır ilim irfan yuvası olan Hallaclar da okul bile yok şimdi. Biizm köyümüz, öz Türkçeyi Uşak’ta en güzel kullanan köydür. Hiçbir köyde biaim köyümüz kadar Türkçe güzel konuşulmaz. Ezgileri Torosları okşar. Size köyümüz özgü bir türkünün sözlerini söylemek isterim:

“Kavakta kuru dal var.

Göbekte basma şalvar.

Oğlan üç günün kaldı

Diz gel Allah’a yalvar.

Kavaktan gazel indi.

Dibine güzel indi.

Bugün ben yari gördüm.

Yüreğim tazelendi.”

NAZIM HİKMET KURAN ÖĞRETİR KENDİ CAMİYE GİTMEZDİ”

Yusuf Hocam ile Nazım Hikmet’in köye gelişini konuşuyoruz. Bu konuda yazılı hiçbir belge yok. Olmamsı da normal. Çünkü, nazım Hikmet’in Afyon cezaevinden 1930 yılında firar etmesinden sonra, yaşamı ile ilgili 1932 ye kadar hiçbir yazılı belge yok. Muhtemelen, firar ettikten sonra Uşak’a kaçtı. Hallaclar Köyüne gelerek yeni atanan öğretmen olduğunu söyledi. Nazım’ın Uşaklı sevdalısı olduğu söylenen merhum Havva Ana, Nazm Hikmet’in evlerinde misafir olduğunu Yusuf Hocamı kayınpederi Emin Hoca’ya bizzat söylediğini, Havva Ananın evlendiği kişiden olan merhum Koreli İsmail Amca da ben Salih Kılınç’a Nazım Hikmet’in annesi ile aşk yaşamadığını, öğretemen olarak evlerinde kalrken, eve ahşap süslemeler yaptığı ve çocuklara oyuncak kağnı arabaları yaptığı ve tahta oyma işlerini öğrettiğini söylemişti. Yazılı yok, ama canlı tanıklar Hallaclar’dan Nazım geçtiğini doğruluyor.

Bir diğer kanıt ise, Nazım Hikmet, Moskova da sürgün yaşarken, kısa dalgadan yayın yapan  Türkiye Komünist Parti radyosundan sürekli “Canım Hallaclar” diyerek isim isim selam söylediğini kulakları ilde duyduğunu söyleyen köyün yaşlılarını gösterebiliriz.

Yusuf Hocam, Kayınpederi Emin Hoca’dan öğrendiklerini bize şöyle aktarmaya devam etti: “nazım Hikmet, bu medresede çocuklara, yeni harflerle Türkçe ve Arapça öğretir, gerçek bir öğretmen gibi, matematik, Coğrafya, fizik ve kimya gibi konularda da ders verirmiş.

Bunun yanı sıra, çocuklara Kur’an ve hafızlık öğretir, gel gelelim kendisi camiye adım bile atmazmış. Evinde kaldığı Reşit Ağa’nın kızı Havva’ya vurgun olduğu söylentileri köyde yaygınlaşınca, geldiği gibi sessizce kimseye “Allahaısmarladık” bile demeden çekip gitmiş.”

Ne diyordu Nazım usta, 1953, 27 Nisan tarihinde  Barhiva Sanatoryumunda ölümü beklerken;                                                            

“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,

- öyle gibi de görünüyor -

Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni

ve de uyarına gelirse,

Doğayı yok ettik, yağmur yağmaz oldu! Uşak Yenişehir köyü sakinleri yağmur duasına çıktı! Doğayı yok ettik, yağmur yağmaz oldu! Uşak Yenişehir köyü sakinleri yağmur duasına çıktı!

tepemde bir de çınar olursa

taş maş da istemez hani... “

Halalclar’da tam istediği gibi bir çınar var nazım usta’nın. Amma velakin, Hallaclar, onun bildiği o eski Anadolu köyü değil. Atlarıyla değil ama medniyet getirdiği söylenen o canavar makinelerle parçalamışlar Hallaclar’ı. “Kil alacağız” diye ardıç ağaçlarını katletmişler. Nazım’ın Kur’an öğrettiği o medrese yok artık. Bir derslikli okul bile yok. Çocukları zerzavat taşır gibi başka yerlere taşıyorlar, okusun adam olsun diye.

Reşit Ağa da yok. O mavi gözlü devin, sevdiceği Havva Ana da yok artık. Hallaclar Köyünde. Hallaclar’dan geriye ne kaldığını da yine Türk şiirinin en büyük ozanlarından merhum Atilla İlhan söylesin “O mahur Beste” de:

şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız

o mahur beste çalar müjgan'la ben ağlaşırız

gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız

yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız

o mahur beste çalar müjgan'la ben ağlaşırız

 

bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı

güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı

hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı

gittiler akşam olmadan ortalık karardı

 

bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra

sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara

simsiyah bir teselli olur belki kalanlara

geceler uzar hazırlık sonbahara”

 SALİH KILINÇ

Editör: TE Bilişim