Türk edebiyatının en az bilinen şairlerinden merhum Enver Gökçe, “Turan Emeksiz” şiirine şöyle başlar:

“Bir yürüyüş eylediler sabahtan

Ilgıt ılgıt kan gider loy loy!

Dayan dizlerim dayan!

Uşak'ta memurlara sendika değiştirten para için imzalar atıldı Uşak'ta memurlara sendika değiştirten para için imzalar atıldı

Ağla gözlerim ağla!

Namlu puşt olmuş, at ayağı puşt.

Yine düşman elindeydi vatan.”

Bizde Uşaklı dağcılar olarak her yıl olduğu gibi bu yıl da Afyonkarahisar’ın Şuhut ilçesinde düzenlenen “Zafer Yürüyüşü” ne katılmak üzere akşamdan bir yürüyüş eyledik.

Önce size, “Zafer Yürüyüşü” hakkında kısa bir bilgi vereyim. Mustafa Kemal Atatürk çok sıkı takipte olduğu dönemde 25 Ağustos 1922 tarihinde Akşehir'de bir futbol maçı organize edilmesini ister. Maçın ilk yarısını izledikten sonra, maç arasında Şuhut'a geçer. Şuhut'ta konakladıktan sonra, gece 12.30'da at ile Çakırözü Köyü'ne geçer ve buradan Kocatepe'ye yola çıkar. Kocatepe'ye ulaştığında askerlerin hazır olduğunu görünce saat 05:30'da "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz ! İleri !" diyerek büyük taarruzu başlatır.

Önemli bir kısmı Afyon'da geçen ve zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz’un ilk karargâhı Kocatepe’de kurulmuştur. Şuhut ilçesinden Kocatepe’ye 1922 Ağustosu'nun 25'ini 26'sına bağlayan gece hareket eden komuta grubu Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa'nın izlediği yol, Afyonkarahisar Valiliğinin girişimleri ile “Zafer Yolu” olarak yeniden projelendirilmiştir. Çevre ve Orman Bakanlığından izin alınmak suretiyle Eskişehir Kültür ve Tabiat Varlıkları Bölge Kuruluna sunulan proje, 10 Haziran 2005 tarihinde onaylanmıştır. Kısa bir bölümü sit alanında kalan yolda kurul kararı doğrultusunda gerekli çalışmalar başlatılmıştır. İşte bu tarihten bu yana Zafer Yürüyüşü, 25 Ağustos’u 26 Ağustos’a bağlayan gece on binlerin katılımıyla bu yürüyüş yad edilir.

Birde bu yürüyüşün bir hikâyesi vardır. Yunan Ordusunun Afyon Ovasında olduğunu haber alan Türk Ordusu, atlarının nallarına, top arabalarının tekerlerine, kendi ayaklarına ve taşımada kullandıkları atların ve sığırların ağızlarına, üzerlerindeki mintanları çıkararak bağlarlar. Maksat; ses çıkmasın ki; düşman geldiklerini duymasın. Duymasın ki yurtlarını işgal eden Yunan kuvvetlerinin üzerine bir kartal gibi çöksünler.

Hatta Türk birliklerinin arasında bulunan kadınlardan emzikli bir ananın kucağındaki bebek ağlayınca sesi düşman tarafından duyulmasın diye bebenin ağzını kucağına bastırdığı ve nefessiz kalan bebenin en küçük şehit olduğu bu yörede dilden dile bir efsane gibi anlatılır.

Ya Dostlar!

Bu vatan bize gazoz kapağından çıkmadı. Ak sakallı dedelerden kucaktaki bebenin kanı ile sulanarak yeniden vatan oldu. 26 Ağustos aynı zamanda Türklerin Muş’a bağlı Malazgirt Ovasında Bizans ordusunu 1071 yılında Alparslan komutasında tarumar ederek Anadolu’ya yerleştiği kabul edilen Malazgirt savaşının yıldönümüdür.

Onun için de ki; 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türklerin ikinci bir Malazgirt Savaşıdır.

Onun için de ki; “Zafer Yürüyüşü, Ergenekon’dan demir dağı eriterek çıkan Türklerin, ikinci Ergenekon efsanesidir.  Onun için sen ne dersen de. Başım gözüm üzerinedir. (Bu arada bana göre Uşak’ta yaptıkları ile hayranlık uyandıran ve gönülden gönüle dokunarak gönüllerde taht kuran Uşak Valisi Sayın Seddar Yavuz’un da 25 Ağustos tarihinde Malazgirt’in bağlı olduğu Muş iline vali olarak atanması da tarihe göz atmamız için gönderilen bir mesaj mıdır acaba?)

Neyse, 25 Ağustos günü, Rafet Gezer başkanlığında; ben Salih Kılınç ve diğer dağcılar; Sultan Çetin, Şahin Zengin, Gültekin Oğuzeş, Galip Ateş, Suat Hayri Cabar ve Üzeyir Ünsal Uşak’tan yola çıktık. Bizim dışımızda, Eğitim İş Uşak Şubesi ve Uşak Çevre Gönüllüleri derneği de kendi olanakları ile araç tutarak bu yürüyüşe katılmış. Yürüyüş sırasında hemşerilerimizle karşılaştık ve çok sevindik.

Tabi yol üzerinde bulunan Dumlupınar Şehitliğini de ziyaret ederek, gözyaşalrı içeriisnde buradaki şehitlerimiz için de Fatiha ve dualar okuduk.

Afyonkarahisar ilinde, Ege Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı canım ciğerim Sayın Mehmet Abdioğulları bizi o güler yüzü ile karşılayarak, “Hoş geldiniz” dedi. Demesiyle birlikte çok güzel yerel Afyon’un yerel yemeklerini yapan Ali baba restoran’a soktu. Önce nefis bir karışık paça işkembe çorbası, ardından kuzu tandır ve Afyon’un meşhur kaymaklı ekmek kadayıfı ile karnımızı bir güzel doyurduk. Bu arada bu kadar leziz yemekle karnımızı doldurunca nasıl yürüyeceğimizi aramızda tartışmaya başladık. Mehmet Başkanımla esenleşip Şuhut yoluna revan olduk.

“RESMEN KAŞINDIM”

Şuhut ilçesinde, Atatürk’ün 17 saat karargâh olarak kullandığı evi ziyaret ettik. Büyük Taarruz’u İsmet ve Fevzi paşalarla bu evde planlayan Gazi Hazretlerinin kullandığı telefon, oturduğu sandalye ve masa, orada bulunan mavzerle çok ilgimi çekti. Daha doğrusu şeytan dürttü. Sultan Kız’a kaş göz ederek, Ulu Önderin kullandığı telefonun ahizesini kulağıma götürerek cep telefonu ile fotoğrafımı çekmesi için poz verdim. Sultan Kız çekti. Orada eşyaları ve geçmişteki olayları bize sabırla anlatan görevli sanırım içinden bir La havle çekti, ama bana bir şey söylemdi. Sadece ters ters bakarak başını sağa sola çevirdi.  Sonra masanın arkasında duran bir mavzerle poz verdim. Görevli, bu kez kesin beni pas pas yapıp çiğneyecek diye korkuyorum. Allah var, efendi adam, ağzını açıp bir tek kelime demedi. İyi de be adam artık dursana kaşınmasına.

Baktım görevli arkasını bana dönmüş. Sultan Kıza bir kaş göz işareti daha yapıp usulca, Ulu Önderim Atatürk’ün oturduğu sandalye ve masaya oturup poz verdim. Rabbimin melek sabrı verdiği görevli bu kez dayanamadı. “O sandalye 115 yıldır orada duruyor. Neden duruyor biliyor musun? Kimseyi oturtmadığımız için. Bir tonluk gövdenle o sandalyeyi kırsan, gelecek nesiller biz ne anlatacağız?” şeklinde bir güzel fırçaladı. Özür üzerine özür dileyerek, olmadık maskaralıları yaparak odadan kaçtım.

Adam yerden göğe haklı. Haklı olmasına haklı ama dostlar, bize bugünleri veren, Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden yepyeni bir çağdaş cumhuriyet kuran canımdan çok sevdiğim Ulu Önder Atatürk’le bir şeyleri paylaşmak arzusuna ve onun eşyalarına dokunmak isteğime gem vuramıyorum ki. Ne yapayım?

Yine de siz siz olun benim yaptığımı yapmayın. Yapmayın ki gelecek nesiller de bu cumhuriyetin gazoz kapağından ya da çikletten çıkmadığını, kan ve irfanla kurulduğunu bilsinler. Ayrıca benden başka kimse o eşyalara dokunmasın ki eşe dosta Atamın eşyalarına dokunduğum için hava atabileyim.

ŞUHUT’UN ÇARŞINA GÜN DOĞAR KARŞISINA

O muhteşem konağı gezme işini tamamladıktan sonra Şuhut’ta bir kahveye oturarak çay içmek istedik. Bu arada bizim gibi binlerce insan kahvelerde kadınlı erkekli oturak yürüyüşe kadar yorgunluk çayı içmek istemişti. Bu anlamlı yürüyüşe katılmak için Türkiye’nin dört bir yanından gelen canlarla tanışma ve sohbet etme fırsatı bulduk. Bu arada Şuhut İlçesi tertemiz sokakları ve sakin yapısı ile insan huzur veren bir Anadolu kasabası izlenimi verdi bana.  En çok dikkatimi çeken şey ise insanları kahvede otururken bile kadar sessiz ki taş, tavla bile oynamıyor. Özellikle kadınlara yiyecekmiş gibi bakmıyor. Bir yer sorarsanız, kibarca kalkıp tarif etmek yerine alıp sizi oraya kadar götürüyor. İnsanları candan, sokakları tertemiz tam kafa dinlenecek bir kasaba. Orman ve Su İşleri Bakanı Sayın Prof. Dr. Veysel Eroğlu’nun da bu güzel ve şirin kasabadan olduğunu öğreniyorum. Zafer Yürüyüşünün en güzel ve sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesinde en büyük pay da Sayın Eroğlu’na aitmiş.

VE YÜRÜYÜŞ BAŞLIYOR

Zafer Yürüyüşü’nün başlama noktası olan Çakırözü Köyüne geldik. Burada mehter ve askeri bando konserinin ardından gece 24.00 gibi yürüyüşe başladık. Sayıları On bini aşan insanlar bu kutlu yürüyüş için gecenin karanlığında sel gibi Kocatepe’ye akıyordu. Tabi gömleklerini ayaklarına bağlayıp, yalınayak, başı kabak gecenin ayazında düşmana kartal gibi konmak için giden askerlerimizin dere tepe gittiği yoldan değil, gecenin karanlığında bir yılan gibi kıvrılan asfalta, ayaklarımızda spor ayakkabı veya dağcı botları ile gülle oynaya gidiyorduk. Onlar ki suda balık toprakta karınca misali biz güle oynaya gidelim diye tepeleri dereleri aşmamışımıydı zaten? Başımızın üzerinde ışıl ışıl yıldızlar, serin ve tatlı bir rüzgârın melodisi eşliğinde yürüyüşümüz hiç bitmesin istiyorduk. Sayın Eroğlu oranın içine birkaç kilometre aralıklarla suyu tuvaleti ve oturma yerleri olan çok güzel dinlenme noktaları yaptırmıştı. (Biz, Uşak’tan bir bakan çıkaramadığımız sürece elimiz konumuzda bakanların memleketlerine yaptığı hizmetlere alık alık bakar kalırız böyle.) Kocatepe’ye yaklaşık bir kilometre kala, Şuhut Avcılar Kulübü tarafından oluşturulan stant da ekmek arası sucuk, su, çay meyve suyu ve Kızılay sodasından oluşan beleş ikramlarla nefeslenme fırsatı bulduk.

Kocatepe’ye ulaştığımızda girişte o günün üniformalarını giymiş bugünün askerleri bize mercimek çorbası ve üzüm hoşafı ikram etti. Nazım Ustanın;

“O, «Yûnusû biçâredir / baştan ayağa yâredir, ağu içer su yerine.  / Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine / ve bir kerre vakterişip  /Gayrık yeter!. demesinler.” Şeklinde tanımladığı babayiğitlerin o günkü tayınıymış.

Ağaç altlarında ter içersinde kalan elbiselerimizi değiştirdikten sonra, Kocatepe’nin zirvesine tırmandık. Burada Afyon Kocatepe Üniversitesi tarafından he ryıl olduğu gibi günün anlam ve önemini vurgulayan gösteriler sunuluyor.

Ulu Önder Atatürk’ün karargah kurup, yine Nazım Usta’nın “Sarisin bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. / Yürüdü uçurumun basına kadar,

eğildi, durdu. / Bıraksalar / İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak / Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.” Şeklinde tanımladığı pozu olan bir heykel de ziyaretçilerini selamlıyordu.

26 Ağustos aynı zamanda Türklere Anadolu’nun kapısını açan Malazgirt Savaşı’nın yıldönümü. Malazgirt Savaşı’nı biliyor muyuz yok? Yeterince anıyor muyuz? Yok. Peki neden? Sen daha 93 yıl önce emperyalizme karşı verilen kutsal isyanı bilmezsen, “Sağcı bir hareketti” deyip solculuk adına dudak bükersen,

Bitmiş bir Osmanlı İmparatorluğunu savunmak uğruna, bu kutlu savaşa sırtını dönüp sağcılık adına görmezden gelirsen.

Hiçbir işlevi kalmamış halifeliğin kaldırılmasına kızıp, bugün inancının yegane güvencesi olan Cumhuriyetin kurulmasına neden olduğu gerekçesiyle 26 ve 30 ağustosları pas geçersen, o zamana da Ergenekon’u Malazgirt’i kimse bilmiyor diye sızlanmayacaksın. Kusura bakma.

Senin geçmişini bilmen “Zafer Yürüyüşü”ne katılıp o günleri anlamaya çalışmandan geçer. Ergenekon nasıl Türklerin dağlardan yeyüüzne çıkılın anlatırsa, 26 Ağustos zafer Yürüyüşü de Türk halklarının küllerinden yeniden doğuşunun öyküsüdür.

Malazgirt Savaşı Türklerin Anadolu’yu ele geçirmesinin öyküsü ise, 30 Ağustos Baş Komutanlık Meydan Savaşı da Türklerin ana yurdunun “Anadolu” olduğunu cümle aleme malum etmenin ilanıdır. Birini bilmeyen ve anlamayan öbürünü hiç anlayamaz. Hülasayı mevzu bundan ibarettir.  Böyle biline.

                                                      SALİH KILINÇ (GEZİ YAZILARI)

 

 

Editör: TE Bilişim