“Önce pideler bozuldu sonra Ramazanlar”

Gazeteci ve yazar merhum Oktay Akbal, 21 yaşında yazdığı aynı adlı kitabında "Önce Ekmekler Bozuldu, sonra her şey" diye başlayan bir öykü kaleme almıştır. “Önce Ekmekler Bozuldu” adlı kitabı yirmili yaşların başında üniversiteye giderken okumuştum.

O gündür bugündür, “Önce ekmeklerin sonra her şeyin bozulduğuna” canlı tanık olmuşumdur.  Bana sorarsanız, Ramazan pideleri de her yıl bozuldukça mübarek kabul ettiğimiz Ramazan aylarının da tadı tuzu kalmaz oldu.

Kaç yıldır Ramazan pidesi bir buçuk liradan satılır. Ancak arada küçük bir fark vardır. Atıyorum; 2010 da 500 gram pide bir buçuk lira, 2012 yılında 350 gram pide bir buçuk lira,  2016 yılında 250 gram pide yine bir buçuk lira. Onun için yıllardır Ramazan pidelerine hiç zam gelmez. Hep bir buçuk liradır.

Hadi, fiyatında ve gramajında oynanan oyunlardan geçtim, bari şu mübarek Ramazan ayında iftar sofralarının süsü, 11 ay özlemle beklediğimiz mübarek Ramazan ayının baş tacı pideleri bir de ağız tadıyla yiyebilseydik. “Acaba ben yaşlandım da ağzımın tadı mı kaçtı*” diye düşünüyorum. Eşe dosta soruyorum. Hepsi de özellikle bu yıl Ramazan pidelerinin çok yavan ve baştan savma imal edildiğinde benimle hem fikirler.

Zaten bu yıl üretilen pideleri elinize aldığınızda dumura uğruyorsunuz. O eski Ramazan pidelerinin kokusu uçmuş, kokusuz, renkiz, üzerindeki susam ve çörek otlarını görmek için yanınızda büyüteç taşımanız gerekir. Zaten elinizdeki pide ya pişmediği için bembeyaz bir hamur topağıdır, ya da takır takır kuruduğu için testere ile kesmeniz gereken tahtadan bira hallice bir nesnedir.

KALDIRIN BU DAVULCULUK GELENEĞİNİ

Diyorum ya pideler bozulduğu için Ramazanlar da bozulmuştur. Bilemiyorum Uşak’ta yaşayıp da şu mübarek Ramazan Ayından haz alan var mıdır? Özellikle bu yıl, bu güzel ve bahtsız ilimizde çok tatsız bir Ramazan ayı yaşıyoruz gibi geliyor bana.

Uşak Belediyesi, sağ olsun Atapark’ta eski Ramazan gecelerini yaşatmak için bir şeyler yapıyor. Sadece bir etkinliğe uzaktan baktım. Gerçekten güzel. Lakin vakit olmadığından mıdır? Yoksa Uşaklı kafasını dinlemek istediği için gürültülü mü gelmektedir? Orasını bilmem ama ilgi az gibi geldi bana.

Peki, sizce davulculuk geleneği devam etmeli mi? Bence hayır. Gelenek de olsa artık davulculuk hiçbir işlevi kalmamış bir kurum olarak tarih sayfalarında yerini almalıdır. Teknoloji çağında artık çalar saate bile gerek duymadan herkes başta cep telefonu olmak üzere her türlü elektronik uyarı sistemleri ile zamanını ayarlayabilmekte, davulcuya ihtiyaç duymamaktadır.

Bir de bazı davul çalan kişiler, apartmanların dış kapılarını açtırmakta, apartman merdiven ve koridorlarında gümbede gümbede davul çalmakta ve mani okumaktadır. Tüm gün bu sıcakta oruç tutmuş ve çalışmış insanlar, en mahrem yeri olan evinde biraz kafa dinleyip huzur ararken apartmanında çınlayan davul sesi ile helak olmaktadır.

Geçenlerde bir dostum davulcu yanında bulunan 14 yaşlarında bir çocuğun daire kapılarını yokladığını gözleriyle gördüğünü bana aktardı. Davulculara düşman falan değilim. Ama davulculuğun kurum olarak işlerliğini yitirdiğini ve insanları rahatsız etmekten başka bir işe yaramadığını düşünüyorum. Birkaç kişi bahşiş alıp geçinecek diye koca Uşak’ı rahatsız etmenin anlamı yok.

Tabi bir de yine Uşak’ta Ramazan ayının ilk günlerinde yaşanan talihsiz bir olay da davulcuların şansızlığı oldu. Gece yarısı 17 yaşındaki iki genç uyuşturucu alıp kız yüzünden birbirini bıçaklayınca birisi öldü. Ancak, bu olay basında “İki davulcunun bölge kavgası cinayetle sonlandı” şeklinde yer alınca, Uşak ahalisi temelli davulculardan ürktü ve kapısını açmaz oldu. (Ben de buradan tüm davulculardan bu yanlış haber için özür diliyorum. Bazen, haber kaynakları biz gazetecileri yanıltabiliyor)

CHP'li Uşak Belediye Başkanı Özkan Yalım, AK Partili Nurullah Cahan zamanında açılan tesisin reklamını yaptı CHP'li Uşak Belediye Başkanı Özkan Yalım, AK Partili Nurullah Cahan zamanında açılan tesisin reklamını yaptı

RECEP ŞABAN RAMAZAN BİR DE RAHMETLİ BABAN

“Nerede o eski Ramazanlar?” muhabbeti yapacak ne zamanımız var? Ne de dermanımız? Günümüz modern çağ insanı, tüm gün koşturmaktan, sürekli bir yerlere yetişmeye, bir şeyleri bitirmeye koşuşturduğu için Ramazan Ayında ancak, “Efkarlı günlerime geldi çattı geldi çattı Ramazan” türküsünü söyleyebiliyor.

Vay efendim!

Eski Ramazanlar şöyleymiş, böyleymiş inanmayın. İstanbul ya da “Der saadet” denilen memleket, günümüzde olduğu gibi işi gücü halkın gırtlağına çökerek yaşayan saray ehli bir avuç haramzadenin gönlünü eylemek için uydurulmuş hikâyelerdir eski Ramazanlar.

Tarlada izi yok, harmanda yüzü yok. Millete saldığı vergilerle geçinen paşalar ve saray erkanı, tuttuğu orucu akşama kadar uykuya tutturur, sonra da iftar vakti kalkar, tepsi tepsi yemekleri, çorba, börek, et, pilav, tatlı Allah ne verdiyse götürürdü. Akşam kadar uyuyup, iftarda da patlayasıya yiyen bu haramzadelerin elbette ki uykusu gelmez, sahura kadar vakit geçirecek yer arardı.

İşte bu haramzadelerin paşa gönülleri olsun diye “Direkler arası” muhabbeti çıkmış, kurulan çadırlarda, Müslüman olmayan kadınların kantosu, Hacivat, Karagöz, Orta oyunu gibi görsel sanatlarla hoşça vakit geçirir olmuşlar.

Anadolu da ise insanlar ne Ramazan ayını, ne Recep, ne de Şaban ayını bilirdi. Çünkü zaten yiyecek kıttı. Ekmezse biçmezse aç kalırdı. Oruç tutsa da tutmasa da sıcakta soğukta çalışmazsa aç kalırdı. Onun için ne Ramazan gidiyor diye üzülür ne de bayram geldi diye sevinirdi. Normal günde ne yeniyorsa, Ramazan iftarlarında ve sahurlarında da onu yerdi. 

Zaten ömürleri kısaydı. Recep, Şaban Ramazan deyince burada bir soluklanalım mı? 

Genç delikanlı babası ölünce, tekrar evlenmek isteyen anasına, “Ana, bu kaçıncı koca? Sana da koca dayanmıyor” şeklinde sitem edince, anası

- “A oğlum şu garip anan koca mı gördü? Recep, Şaban, Ramazan bir de rahmetli baban “ diye cevap verir.

Şu an 53 yaşındayım. Bunca yıl gördüğüm Ramazan ayları içerisinde geçmişe dönüp, “Eski Ramazanlar daha güzeldi” diyeceğim bir Ramazan ayı hatırlamıyorum. Tam tersi, tarhana bulgurla karın doyurur, evde annemizin ve tüm komşuların imece usulü kestiği ev şehriyelerini yerdik. (Benim çocukluğumda hazır makarnalar evlerde çok tüketilmezdi.) Bir de yine mahallelerde bir ya da iki evde bulunan fırınlarda yine imece usulü yoğrulan hamurlar ve pişen ekmek, bazlama ve şibit değimiz yufkaları yerdik.

Türkiye de 80 li yıllara kadar domatesi, portakalı, muzu kışın, şeftali, karpuzu, kavunu kışın yerdik. Sera üretimi falan yaygın olmadığı için topraktan yaz kış ne çıkarsa ancak onu yiyebilirdik.  Çileği falan adını duyar, kivi, ananas gibi tropikal meyvelerin varlığından bile haberimiz yoktu.

Yalnız eti çok yerdik bak. Zengini fakiri bolca et yerdi. Çünkü herkes evinde koyun keçi beslerdi. Şimdi tarımda ve besicilikte teşvik falan veriyorlar ya, o zaman teşvik destek falan olmamasına rağmen dağ taş keçi ve koyundu. Onun için de et ucuzdu. İthal hayvan falan da gelmezdi.

Valla onu bunu bilmem. Merhum Oktay Akbal’ın dediği gibi; “Öne ekmekler bozuldu” sonra Ramazan pideleri, ondan sonra da her şey. Haram yemek yalan söylemek moda oldu. Helal kazanan, doğru söyleyen enayi yerine konmaya başladı. Herkes parası, malı, mülkü kadar konuşur oldu. Emekçinin hakkını çalar, yetimin malına konar oldu.

Ondan sonra da “Nerede o eski Ramazanlar?” demeye başladı. Eski Ramazanlar da bedenen görülen işler vardı. Yiyecek yoktu. Ama hak yeme, yalan söyleme yoktu. Allah korkusu vardı.

Şimdiki Ramazanlarda yiyecek her şey var. Para var pul var. Haram var. Yalan var, dolan var. Kul hakkı yemek var. “Ne yok*” diye sorarsanız; “ALLAH KORKUSU” yok derim.

Simdi mi söylenir?

Genç adam, eski Ramazanlardan birisinde geçinmek için yolu gurbete düşmüş. Hem orucunu tutup hem de gece gündüz çalışmış.

Bayram yaklaştığında işyeri maaşını ve ikramiyesini verip bayram tatiline göndermiş. Genç adam alın teri ile kazandığı paranın mutluluğu ile “Köye eli boş gitmeyeyim” diye düşünmüş. Anasına, bacılarına renkli fistanlar, babasına tütün, şapka, köyde sevdiği saydığı büyüklere de şekerlemeler, lokumlar falan alıp köyün yolunu tutmuş.

Oğullarını gören aile için en büyük hediye genç adamın kendisi olmuş. Yine de genç adamın kadirşinaslığına ve getirdiği hediyelerden çok mutlu olmuşlar.

Genç adam, çok sevdiği Mustafa Amcasını göremeyince nerede olduğunu sormuş. “Tarlada çalışıyor” diye cevap vermişler. O da aldığı şekerleme ve lokumları alarak amcasını sevindirmek için tarlanın yolunu tutmuş.

Bakmış ki; Mustafa Amcası, karasabanın üzerinde önünde bir çift öküz tarla sürüyor. İkindi vakti ama hava çok sıcak. Yaşlı adam kan ter içerisinde dudakları kurumuş. Yeğenini görünce yaşlı adam çifti çubuğu bırakıp yeğeni ile hasret gidermiş. Yeğeni de şehirden getirdiği şekerleme ve lokum paketlerini sevgili amcasına sunmuş.  Açlıktan ve yorgunluktan gözü dönen yaşlı adam, bir anda oruç olduğunu unutup, paketleri yırtarak şekerleme ve lokumlara saldırmış.

Gözleri fal taşı gibi açılan yeğen, “Amcacığım siz oruç değimliydiniz?” diye sorar. Ağzı şekerleme ve lokum dolu yaşlı amca yeğenin bu uyarısı üzerine kendine gelir ve üzüntüyle; “E. Evlat oruç olduğumu bari suyu içtikten sonra söyleseydin ya” şeklinde sitem eder.

“Günlük geçim telaşı çok diye seni unutanlardan eyleme Allah’ım”

deyip cümlenize Hayırlı Ramazanlar ve Kutlu Bayramlar dilerim.

 

                      SALİH KILINÇ

Editör: TE Bilişim