Kalın Kilise üzerinde Hacım Mehmet Bey Konağında bir günlük saltanat (2)

SALİH KILINÇ // Susuzören de “Aşıklar Çeşmesi” civarında Siymion Kenti’nde kalma bolca yazılı taş ve mezar kapağı (Stel) gördükten sonra yine yola revan olduk. Uzakta Şükraniye Köyü görülürken çok güzel ve muhteşem bir tarihi çeşmeye rastladık. Ağa Çeşmesi. Gel velâkin Ağa çeşmesinde bile bir damla su yok. Sonra “İdris Çeşmesi” yine bir damla su yok. (Çeşme fasıllarına burada girmiyorum. Keyvanoğlu Mehmet Ağa (Suların ve çeşmelerin ağası) sonra çok kötü bozuk atıyor. “Bunlar benim “Uşak’ın Suları ve Çeşmeleri’ ansiklopedimde çıkacaktı. Siz niye yazdınız?” diye fena çarpıyor. Suları, kuyuları ve çeşmeleri şu meşhur ansiklopedi de okursunuz artık.

“Cami yıkılsa da mihrap yerindedir”

Bu arada Uşak’ta yaşayan ama Şükraniyeli olan Baskın Tutan dostumuz da Şükraniye çeşme gezileri sırasında bize katılarak Ömer Kahya ile birlikte rehberlik yapmaya başladı. Baskın bizi eski bir konağa götürdü. Konak yıkılmak üzere olmasına rağmen muhteşem görünüyor. Hani biraz yaşını başını almış olgun kadınlar için söylenen güzel bir söz vardır ya; “Cami yıkılsa da mihrap yerindedir” diye. Tam o misal işte. Sultan can, ağaçtan işlenmiş kapı ve raflardaki süslemeleri görünce hayran oldu. Hepsi ile tek tek fotoğraf çektirdi.

Bu arada bu konağı daha önce Uşak Tanıtımı ve Kültür Gönüllüleri Derneği Başkanı Ömer Aşçı ile İl Özel İdaresi Genel Sekreteri, Uşak’ın atom karıncası Sayın Servet Ecemiş’e iletmiştik. Tabi Selçikler de ki tarihi köy konağını da. Sağ olsunlar, bizzat ekip gönderip bu konağın restorasyonu için ön çalışmayı başlattı. Sayın Ecemiş’in Uşak’a geldiği 2004 yılından bu yana Uşak için yaptığı çalışmaları takdir ve hayranlıkla izliyorum. Kendisinin de Uşak için büyük bir değer olduğunu düşünüyorum.  Bu 250 yıllık muhteşem konağın Sayın Servet Ecemiş sayesinde en kısa zamanda o eski muhteşem günlerine döneceğine inancım tamdır.

“Kalın Kilise altı tünellerle dolu”

 

Uşak’a 22 kilometre uzaklıktaki Şükraniye köyünde bizi konuk eden grubumuzun en yakışıklısı, en mütevazisi Ömer Kahya kardeşimiz Şükraniye hakkında şu bilgileri bize aktardı:

“Köyümüzün bulunduğu bölge, ovalık ve tarıma elverişli toprakları ile tarihin her devrinde toplulukların yaşadığı ve çekiciliğini kaybetmemiş bir yerdir. Köyümüzde bulunan Höyükten,buralarda Frigler ve Lidyalı ların yaşadıklarını anlayabiliriz.Zira bu Höyüğün anlamı;burada yaşayan devrin krallarından birinin birçok kişi tarafından yapılan mezarı anlamında dır.Araştırıldığında burada yaşayan birçok medeniyet ortaya çıkacaktır muhakkak, ama araştırılıp ta bulunan en eski yerleşim olarak;Heldelberg üniversitesinden Prof. Pater Lampe ve ekibi tarafından bulunan TYMİON kentidir.Bu kent köyümüzün olduğu yerde kurulu ve büyük bir kilise yapısı etrafında büyümüş bir yerleşim yeriydi.M.S. 550 yılları civarında kentin Romalılar tarafından ortadan kaldırıldığını bu ekibin araştırmalarından anlıyoruz. Bu kent ortadan kalktıktan sonrada burada yerleşimler devam etmiştir. Hatta kendini tehlikelerden korumak isteyen halk,binlerce sene önce şimdi hala mevcut olan yer altı tünellerini inşa etmişlerdir.Bu tüneller köyü bir uçtan bir uca dolaşır.

 

Nihayet 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu hızla Türkleşip müslümanlığa geçtikçe,Selçuklular ile Bizanslılar arasında bu bölgeler sınır konuma gelmiştir.Bizim köy ve civarının 1100 veya 1200 yılları arasında kesin olarak Türk toprağı olmasından sonra,Hacım sultan hz. gibi bir alim ve veli olan ama ismini ne yazıkki bilmediğimiz halk arasında Dede diye bilinen Mübarek Zat' da Orta Asya dan yola çıkıp bizim köye gelmiş ve burada itaat altına alınan Rumlara islamı anlatıp onlar arasında yayılmasına vesile olmuştur.Mezarı büyük ihtimalle tepe deki büyük ağaç ya da höyüğün olduğu yerde bulunacak ki o mevkiye Dede denir. Köyün olduğu bölge fetih olunduktan sonra buraya yerleşen müslümanlar kalın duvarlı Kilise yıkığından yola çıkarak bu köye KALINKİLİSE adını vermişlerdir.

Köyümüze ait Osmanlı dönemindeki en eski bilgiye,Kanuni zamanında tutulan yıllık defterlerde rastlıyoruz.1560 lı yıllarda Kalınkilise köyü nün nüfusu 380 civarıydı.Ve etraf köylere göre zengin bir köydü.Çünkü o dönem belgeler incelendiğinde komşu köylere göre en yüksek vergiyi veren köy durumundaydı.Yine 17.yy da Anadolu Beylerbeyi ne bağlı komutan olan İbrahim Kethüda'ya hizmetlerinden dolayı Kalınkilise ve çevresi Padişah tarafından İhsan olunmuştu.

Kalınkilise adı,1911 de Sultan Reşat zamanında ŞÜKRANİYE olarak değiştirilmiştir.Bunun sebebi ise İktidardaki İttihat ve Terakki cilerin Turan düşünce ve ideallerinden kaynaklandığını tahmin etmek zor olmasa gerekir.

Adil Özdemir: Çocuklarımızı ulusal egemenlik bilincine sahip çıkacak şekilde yetiştirmek görevimizdir Adil Özdemir: Çocuklarımızı ulusal egemenlik bilincine sahip çıkacak şekilde yetiştirmek görevimizdir

1920 Yılında Köyümüz Yunan işgaline uğramıştır.İki yıllık bir işgalin ardından Yunanlar akla gelmedik zulümlerle Yurdumuzdan atılırken,bizim köyümüzde de asırlarca Türklerle barış içinde yaşayan Rumlar köyü terk etmek zorunda kalmışlardır.

1960 lı yıllarda başlayan Almanya macerası birçok kişiyi köyünden koparmış,1970 li yıllarda Uşak iş ve sanayii piyasasının canlanması ile köyümüzden şehire büyük bir göç hareketi olmuş ve komşu köyler içindeki en ileri köy durumunda iken nüfusunun azalması ile eski durumundan eser kalmamıştır. Köyümüüzn meşhur yemekleri; tarhana, arap aşı, alacatene (Mercimek) vb.'dir. Ağaç olarak, Badem, çam ve asma yetişir.”

Bu muhteşem konakta ister istemez “AĞA” oluyor insan

 

Köyün içinde tepenin üzerinde beyaz boyalı bir konağın muhteşem görüntüsü hepimizin nefesini kesiyor. Çam ağaçlarının, yeşilliğin ortasında iki katlı konağı görünce grup elamanları büyülenmiş gibi bakmaya başladı. Sanki bilim kurgu filmindeyiz de birileri bizi geçmiş zamana ışınlamış.

Bu muhteşem ötesi konak Ömer Kahya ve ailesinin konağıymış. Biz de burada konaklayacakmışız. Aman Allah’ım rüya gibi bir şey. Biri beni çimdiklesin. Yok çimdiklemesin de hiç uyanmayayım. Bu rüya sürsün. Ömer bizi ailesi ile tanıştırıyor. Babası Tuncer Kahya, annesi, eşi ve küçük, şirin dünya tatlısı küçük kız bizleri tüm candanlıkları ile yürekten karşılıyor. Bahçede çeşme var. Ama çıkrıklı güzel bir kuyu dikkatimi çekiyor. Kovayla su çekip içiyoruz. Çok leziz bir su, mübarek Ab-ı hayat. Yeşilliklerin içinde bir Halil İbrahim sofrası kuruluyor hemen. Grubun kızları İmren ve Sultan konak halkının 40 yıllık yerlisi gibi sofra kurmaya başladılar. Valla daha sofraya otururken kendimi ağa gibi hissetmeye başladım.  Ev halkı ve bizim kızlar sinilerle durmadan bir şeyler getiriyor. Ömer Kahya da sürahi sürahi kendi yaptıkları yoğurttan imal buz gibi ayranları taşıyor.

Evin kadınlarının o mübarek elleri ile hazırladığı, katmerler, gözleme bilinen ancak Uşaklıcası bükme denilen ve, sofraya, ıspanaklısı peynirlisi, kabaklısı gelen börekler, yine köyün üzümünden yapılmış pekmez, kabak tatlısı, kendi imali peynirler, iri, kalamata rengarenk zeytinler, basma un helvası… Yediğim içtiğim benim olsun gördüğümü anlatacağım anlatmasına da bu kadar güzel, organik ve leziz yiyecekleri anlatmazsam Allah taş eder diye düşünüyorum.

Bu güzel yemekleri ne kadar yersek yiyelim doyamayacağımızı anlayınca yeme işini bırakıyoruz. Sofrada da hiç yiyecek bitmiyor ki; herkes grubun Cem Yılmaz’ı Alp Arslan’a takılıyor, “Çok yiyiyor. Apo dan bu taraf yemek geçmiyor” diye. Apo’nun adı çıkmış. Halbuki Ömer Aşçı götürüyor malı. Adam neresine yiyor? Onu da anlamış değilim. İncecik sırım gibi fiziği var.

Uşak bu kahramanının değerini bilmiyor

Neşe içinde bu nefis yemekleri bitirdikten sonra çay faslı başlıyor. O kuyu suyundan yapılmış çamların serinliği içinde dostlar arasında yudumlanan çayın keyfini sizlere anlatmaya gerek var mı? Çay içerken Baba Tuncer Kahya  sohbeti koyulaştırıyoruz. Bu arada Vidinli Ahmet Paşa ile Tuncer Baba mektepte aynı sırayı paylaşırmış. İki eski dostun gözleri yaşararak birbirine sarılışları da görülmeye değer bir tabloydu.

Tuncer Aşçı, kendilerinin Hacımlı Mehmet Bey’in torunlarından olduğunu bu muhteşem köşkün onun zamanından kaldığını anlattı. Burada araya girerek “Hacımlı Mehmet bey kimdir? Kısaca hatırlayalım:

1876 yılında Uşak ilinin Hacım köyünde doğmuştur. Uşak`ta anonim ortaklık kurarak, halk arasında Ateş Değirmeni diye bilinen un değirmenini kurmuştur. Fabrikaya Ateş Değirmeni denilmesinin sebebi, değirmenin buhar gücü ile çalışması ve kömür kazanlarında ateş ve kömür ile buhar elde edilmesiydi. Yörede ilk defa bir anonim şirket kuruluşuna öncülük yaptığı için kendisine devlet tarafından onur beratı verilmiştir. Yunan işgali sırasında Ateş Değirmeni`nde çalışan Rum ve Ermeni kökenli ustalar fabrikayı terk etmişlerdir. Fabrika Yunan işgalinde yağma edilmiş ve yakılmıştır. Mehmet Hacım Yunan işgaline karşı başlatılan Kuvayi Milliye hareketinin öncülerindendir. Uşak ve çevresindeki Hacım, Şükraniye, Yayalar köylerinden (şimdi Yayalar Kasabası) ve diğer birçok yerleşim biriminden silahlı birlikler oluşturarak Yunan kuvvetlerine karşı mücadele yürütmüştür. Ankara Hükümetinin kurulması ve Mustafa Kemal Atatürk`ün orduyu yeniden toplaması üzerine kuvayi milliye güçleri olarak birlikleri ile beraber Albay rütbesi ile orduya katılmıştır. Uşak`ın kurtuluşu olan 1 Eylül 1922 de Kafkas Tümen komutanı Halit Bey tarafından Yunan ve Avrupa orduları başkomutanı General Trikopis`in esir alınmasında bizzat bulunmuştur. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte aktif olarak ticaret ve sanayi hayatına atılmıştır. Cumhuriyet tarihinin ilk özel ve anonim yatırımı Mehmet Hacım ve mahalli müteşebbisler tarafından Uşak`ta 26 Kasım 1926 kurulan Uşak şeker fabrikası ile gerçekleştirilmiştir. Hacımlı Mehmet Bey Çivril de bir hastane yeri almış bağışlamış ve buraya adının verilmesini kabul etmemiştir.

Milli Mücadelenin en önemli kahramanlarından olan bu engin gönüllü ulvi zat, iktisadi ve ekonomik kalkınmanın da en önemli neferleri arasına adını yazdırdıktan sonra, hayatının son demini bu masal köşkünde geçirmiş, 1973 yılında Hakk’a yürümüştür.

Salih Çavuş’un torunu bir günlük ağa oldu

Köşkü geziyoruz. 1932 yılında yapımı 83 yıllık bu köşkün içerisi ve döşeme tarzı yapıldığı yılların özelliğini büyük ölçüde korumuş. Hacımlı Mehmet Bey’in kullandığı gramofon ve radyolardan, binek takımlarından, kahve fincanlarından çok ince zevk sahibi olduğu ve yaşadığı çağların entelektüeli ve aydını olduğunu kolayca anlayabiliyoruz. O dönem halı ve kilimlerinden döşenmiş bir oda da koca bir tespihle oturunca bir anda “Salih Ağa” oluverdim. Osmanlı ordusunda Deniz Astsubayı olan rahmetli Salih Dedem aklıma geldi. Çanakkale harbinde yaralanınca geri hizmete çekilmiş, memleketi Dersim’e gelmiş, burada, “Salih Çavuş” ya da “Salih Ağa” adıyla tanınır ve çok sevilirmiş. Salih Ağa’nın züğürt torunu gazeteci Salih Ağa’nın ağalığı da ancak Hacımlı Mehmet Ağanın konuğunda bir günlük ağalık olur. Olsun, anasını satayım bir gün ağalık ağalıktır. Salih Dedem de şimdi öbür tarafta bir günlük ağa olan torunu ile gurur duyuyordur.

Başsız cesetler ve allı yeşilli gölgeler”

Antik adı Tiymion olan Şükaraniye de bir höyük olan tepeye doğru tırmanırken, ilginç olaylar eşliğinde tarihin gizemine yolculuğa çıkıyoruz.  Tuncer Kahya anlatıyor:

“1950’li yıllarda gençler bir evin avlusunda oturuyordu. Avlu birden çöktü. Gençler ne olduğunu anlamadan şaşkınlıkla bakıyorlardı. Bu çöküntü sonucu bir tünel ortaya çıktı. Ellerinde o dönemin aydınlatma cihazlarıyla içeri giriyorlar. Durmadan bir yerler açılan bir çok tüneller görüyorlar. Bu tünellerden birine giren genç, duyduğu dayanılmaz pis kokuya rağmen ilerleyince çok sayıda başsız cesetle karşılaşıyor. Koku bu başsız cesetlerden gelmektedir. O dönemde kiliyse karşı gelenlerin başı kesilerek cesetleri toprağın derinliklerine atılırmış.

Neyse efendim, yukarıda bir genç kalmış. Bu da tünellerin üzerinde gözcülük vazifesi yapıyormuş. Bu genç adam da aşağıda neler olduğunu merak edip aşağı inmek istemiş. Çöküntünün başında tam ineceği sırada dağdan yuvarlanan koca bir kayanın üzerine doğru geldiğini dehşetle görmüş. “Tamam, benim ömrüm buraya kadarmış. Bu kayanın altında ezilerek ölmek kaderimmiş” diye düşünüp ölümü beklerken birden havada uçuşan allı ve yeşilli kumaşlar içerisinde bir karaltının kayaya doğru bir işaret yaptığını ve kayanın durduğunu görmüş.  Köylüler, bu allı yeşilli karaltının sabah güneş doğarken ve akşam batarken Hacım Köyüne doğru gittiğini hala gördüklerini söylerler.”

“Bebek mezarlığı” ve prangaya vurulmuş horoz”

Tepede, “Sümbüllü Bülbül Dede” adlı bir ermiş zatın yattığı söyleniyor. Ancak tepede herhangi bir yatır ya da mezar görünmüyor. Baskın arkadaşımız, küçük küçük taşların bulunduğu yerlerin bebek mezarlığı olduğunu söylüyor. Doğum sırasında veya bebekken ölen bebeleri köylüler günahsız olduğu için hidayetine nail olsun diye Sümbüllü Bülbül Dede’nin yanına gömerlermiş.

Tepede bir meşe ağacı var. Tuncer Aşçı bu meşe ağacının 500 yıllık olduğunu söylüyor. Bir de yer yüzeyinden 10 santimetre kadar yukarıda 60- 70 santimetre uzaklığında bir taş örgü sonsuzluğa doğru uzanıyormuş gibi kaybolup gidiyor. Bunun kilise duvarı olduğunu, onun için köyün adının 1912 yılına kadar “Kalın Kilise” olduğunu söylediler.

Tepeden iniyor ve bizi, “Tanrı misafiri” kabul edip bağrına basan bu güzel insanlarla esenleşiyoruz. O da ne?  Sağ tarafta bir horoz, ayağından 3 metre kadar bir iple bir ağaca bağlı. Bizim grup horozun çok çapkın olduğunu falan söyleyip kendi arasında  gırgır yapıyor. Ancak durum öyle değilmiş. Bu horoz bir seri katil olup eline geçirdiği tavuk ve horozları öldürdüğü için prangaya vurulmak suretiyle cezalandırılmış.

Şükraniye’den gelirken Çanlı Köprü’ye de uğradık. Burasının restore edildikten sonraki halini merak ediyorduk. Etmez olaydık. Tarihi köprü diye bir şey kalmamış. Üzerinden TIR’ ların geçeceği enine boyuna dimdik koca bir heyula dikilmiş. Ulu Cami ile birlikte Selçuklular zamanında kalma 2 eserden birisi olan Çanlı Köprünün o zarif silueti kaybolmuştu.  Altta akan simsiyah bir su, üzerinde ise biçimsiz tonlarca beton yığını ile Dokuz Sele Deresi kapkara gözyaşları ile kaderine ağlıyordu.

Editör: TE Bilişim