12 Mart 1920’de kabul edilen İstiklal Marşı’nın kabulünün 95. Yılını kutluyoruz. Zaman zaman yaptığı ilginç araştırmalarla dikkat çeken , Uşak Tanıtım ve Kültür Gönüllüleri Derneği  Başkanı Ömer Aşçı, İstiklal marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un damadı olan Mithat Kemal Algüloğlu’nun Uşak’ta kaymakamlık yaptığına dair araştırmalarını yayınladı.                  

 

MEHMET AKİF ERSOY'UN DAMADI MİTHAT KEMAL BEY (ALGÜLOĞLU)

                                       Ömer Aşçı ‎(ESKİ UŞAK ARAŞTIRMALARI MERKEZİ)

Ayaş Rüştiyesinde orta, Ankara İdadisinde lise öğrenimi gördü.

1911'de Mülkiye Mektebini bitirdi.

Çeşitli illerde mülkî amirlik yaptı. 1919'da Karacabey kaymakamlığına atandıysa da gitmedi ve istifa etti.

TBMM’nin kurulması üzerine Millî hükümetin emrine girdi.

1921'den itibaren Sungurlu, Hendek, Düzce kaymakamlıklarına atandı, ödemiş kaymakamlığına da atandıysa da bu görevine gitmediğinden müstafi sayıldı.

Uzun süre Bolu'da serbest çalıştı.

1931'de tekrar idare mesleğine dönerek Uşak ve Edremit kaymakamlığı,

1936'da Siirt valiliği yaptı.

Siirt valisi iken tedavi edilmekte olduğu İstanbul’da öldü.


ESERLERİ:

Ayanlar Devrinde Bolu adlı eseri basıldı (1918).

“Mithat Kemal (Algüloğlu); 1889 yılında Ankara’da doğmuştur.1911 yılında, Mülkiye Mektebi’ni bitirmiştir. Ankara’da maiyet memuru olarak bir müddet çalıştıktan sonra, Bolu Livası Encümen Kâtipliği’ne, oradan da Temmuz 1914’de Çarşamba(Seben) Bucak Müdürlüğü’ne atandı. Tekrar Bolu’ya gelerek Encümen Başkâtibi oldu.(…)Mustafa Kemal Paşa, Albay Osman Bey’e, Bolu Mutasarrıfı’na İstanbul ile bağlantısını koparması hususunu bildirmesi talimatını verdi. Mıntıka Komutanı, Paşa’dan aldığı bu emri hemen Bolu Mutasarrıflığı’na ulaştırdı. Ancak Mutasarrıf Ali Haydar Bey, İstanbul’la Bolu’nun ilişkisini kesme işini savsakladı. Bunun üzerine Mithat Kemal (Algüloğlu),derme çatma silahlı güçlerini yanına alarak telgrafhaneye gitti ve Bolu eşrafını yanına çağırttı. Burada Mithat Kemal Bey, gelenlere Sivas Kongresi’nin aldığı kararları açıkladı. Ayrıca, İstanbul ile olan irtibata son verilmesi gerektiğini anlattı. Aynı zamanda İstanbul’a durumu 22 Eylül 1919’da çektiği telgrafla bildirdi. Telgrafı Bolu Mutasarrıfı olarak imzalamaktan çekinmedi. Bütün bu olaylar olurken, Mutasarrıf Ali Haydar Bey hasta olduğu gerekçesiyle evinde bulunuyordu. Böylece Kastamonu’dan sonra Bolu Livası da İstanbul ile olan ilişiğini kesiyordu.

 

İSTİKLAL MARŞI’NIN DOĞUŞU

Bugün 12 Mart İstiklal Marşı'nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü. İstiklal Marşı'nın kabulünün üzerinden tam olarak 94 yıl geçti. Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınan İstiklal Marşı'nın kabulü, 12 Mart 1921 yılında I. TBMM tarafından düzenlenen yarışma sonucunda oldu. Bu yarışmaya katılan 724 eserin arasından Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı İstiklal Marşı, ulusal marşımız olarak kabul edildi. İstiklal Marşı'nın kabulünün sonrasında ise, 1924 yılında, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi kabul edildi ve İstiklal Marşı 1930 yılına kadar bu besteyle okundu. Ancak 1930′da değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922′de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır.

İSTİKLAL MARŞI'NIN KABULÜ

Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlarında, İstiklâl Harbi'nin milli bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla Maarif Vekaleti, 1921'de bir güfte yarışması düzenlemiş, söz konusu yarışmaya toplam 724 şiir katılmıştır. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Burdur milletvekili Mehmet Âkif Ersoy, Maarif Vekili Hamdullah Suphi'nin ısrarı üzerine, Ankara'daki Taceddin Dergahı'nda yazdığı ve İstiklal Harbi'ni verecek olan Türk Ordusu'na hitap ettiği şiirini yarışmaya koymuştur. Yapılan elemeler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda, bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Âkif'in yazdığı şiir coşkulu alkışlarla kabul edilmiştir. Mecliste İstiklâl Marşı'nı okuyan ilk kişi dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver olmuştur.

Mehmet Âkif Ersoy İstiklâl Marşı'nın güftesini, şiirlerini topladığı Safahat'a dahil etmemiş ve İstiklâl Marşı'nın Türk Milleti'nin eseri olduğunu beyan etmiştir.

İSTİKLAL MARŞI'NIN BESTELENMESİ

Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katılmış, 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etmiştir. 

Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır. Üngör'ün yakın dostu Cemal Reşit Rey'le yapılmış olan bir röportajda da kendisinin belirttiğine göre aslında başka bir güfte üzerine yapılmıştır ve İstiklal Marşı olması düşünülerek bestelenmemiştir. Söz ve melodide yer yer görülen uyum (Prozodi) eksikliğinin (örneğin "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" mısrası ezgili okunduğunda "şafaklarda" sözcüğü iki müzikal cümle arasında bölünmüştür) esas sebebi de budur. Protokol gereği, sadece ilk iki dörtlük beste eşliğinde İstiklâl Marşı olarak söylenmektedir.

 

İSTİKLAL MARŞI

 

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

 

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!

 

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

 

Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Güveçte 4 saat pişen kızarmış tavuk.... Güveçte 4 saat pişen kızarmış tavuk....

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddım var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,

‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

 

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak’kın…

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

 

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

 

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

 

Ruhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli:

Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli.

Bu ezanlar-ki şahâdetleri dinin temeli,

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

 

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,

Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden nâ’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

 

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!

Editör: TE Bilişim